23 Haziran 2017 Cuma

25. hafta




Doktora götün götün atarak gittim. Perinatologa gitmedim, azarlar mı acaba diye endişelendim, çünkü doktorlar bazen sınırları aşma konusunda çok cömert oluyor, ben de doktorumun sempatikliğini kaybetmesini istemiyorum.

Nitekim bir şey demedi. Fetal ultrason sonuçlarını gösterdim, "İyi, bir sorun yok o zaman." dedi. Sorun olmadığını duymak şey gibi geliyor bana, "Oha sınavdan geçtim!"

Şeker testi yaptırdım. 50'lik glikosol ile test yaptı. Aç olmama gerek olmadığını söylemişti, kahvaltı sonrası gittim ben de. Millet o içeceğin çok kötü, iğrenç, mide bulandırıcı olduğunu söylüyordu. Elmalı soda ayarında bir şeydi. Beğendim, hatta kocama da ikram ettim ama istemedi.

Sonuçlarda bir sorun çıkmadı. Çıkmaycağını düşünüyordum zaten, ailede de yok diyabet hastası. Yaptırma veya yaptırmama konusundaki tartışmalara hiç girmeye gerek yok. Yine, herkesin kendi tercihi.

B12 değerim istenenin biraz altındaymış. Eğer emilim sorunu yaşıyorsam iğne vurulmak durumunda kalabilirmişim. Aslında bunun için bir hap kullanıyordum ama arada aksıyordu, fakat özellikle kırmızı et tüketimi konusunda pek başarılı değilim. Sebze ve meyve yemeyle ilgili bir sorunum yok ama et tüketimi ı ıh. Fakat şimdi iki öğün yumurta yiyorum, iğne olmak istemiyorum. Kan vereceğim diye delik deşik oldum zaten, yetti gari!

Bacaklarımda oluşan kramplar için magnezyum verdi, efervesan. Öğğğk. İçerken fena değil de sonradan ağızda bıraktığı tattan hoşlanmıyorum. Kalsiyum için de verdi hatta şimdi içtim onu da, rahatsız etti beni.

Her sabah evden çıkmadan ilaç torbamı dolduruyorum ki gün içinde iş yerinde alabileyim diye.

Kocam ilk defa çocuğun hareketlerini hissetti. Dehşete düştü, erkekler acıyor mu diye soruyorlar. O da sordu. Acımıyor, ama ben de korkunç olduğu hissini paylaşıyorum.

Bedenim hala çok ağır değil, beni zorlamıyor. Eğilip kalkmak zor, özellikle bugün biraz elimin ayağımın şiştiğini fark ettim. Alyansım sıkmaya başladı mesela.

Kocam durup durup ücretsiz izin meselesini gündeme taşıyor. Almıyorum amk. dememi bekliyor galiba, ama yek yeaaa! Çocuğumu kayınvalidemin kloraklı ellerine bırakmayacağım! :D

Bayram geliyor, deniz sezonunu yarın açacağım galiba. Denizi çok özledim, yüzmeyi çok özledim. Havuza giremiyorum, her türlü riski var, zaten kimbilir sitenin çişli çocukları kesin işiyorlardır havuza. Iıııh, istemem.






İsim aranıyor


Kız çocigimiz olacağını öğrendikten sonra pembeli kıyafetler havuzunda bir süre yüzüp, "Aha şimdi isim bulmamız gerekiyor." derdine düştük. Halbuki çocuk sahibi olmadan önce "Erkeg zor yeaa kız olsa çok kolay isim bulunur." demiştik. İki aydan fazladır düşünüyoruz, tamam, seçenekler var kabul ediyorum ama ortak noktada buluşamıyoruz kocamla.

Biz şimdi napacuk?

Beyimin beğendiğini ben ben beğenmem, benim beğendiğimi ise beyim beğenmez diye küçük İsmaik YK'lara döndük.



Teee lise zamanlarından beridir benim istediğim bir isim vardı. Hatta hadi yaşım ortaya çıksın, zamanında Harry Potter seyrederken anka Fawkes'in Dumledore'un odasında kendini yakıp sonra küllerinden yeniden doğması sahnesi beni ok etkilemişti. Küllerinden yeniden doğmak ve bu gücü bulabilmek... Çok etkileyici değil mi? Bu nedenle bir kızım olursa adını ANKA koymak istiyorum diye hep iç geçirmişimdir.

bakışını yidiğim ❤


Kocam bu isme nasıl yaklaştı? "Meeeeh, Anka ne yeaaa." 

Muhtemelen bebek ekim ayında doğacağı için ve yine benim sevdiğim -ve yaşantı olarak anlamı olan- EKİN ismini önerdim.

Kocam bu isme nasıl yaklaştı? "Ekinler dize kadaaaarr, fener gel bize kadaaarrr" Tezahüratın gidişhatında neyle karşılaşacağımı bilecek kadar futbol kültürüne hakimim ne yazık ki. Halbuki bence çok naif. Üstelik babam benim ismimin Ekin ya da Başak olmasını istemiş, bu nedenle de çok anlamlı.

Denizle ilgili şeyleri çok seviyoruz. MERCAN güzel isim diye düşündüm.

Kocam; "Aklıma ilk Mercan Dede geliyor, mümkün değil. Üstelik sen onu doğru düzgün telaffuz edemiyorsun" dedi. Söylediğine göre Mercan değil Meeeğğrrcan diyormuşum.

DÜNYA dedim, burun kıvırdı.

MARİN dedim. Hatta aklıma ilk geldiğinde bir aydınlanma yaşamış gibi olmuştum, oha bu benim aklıma daha önce nasıl gelmedi diye. Hemen kocamla paylaştım, "Öyle isim mi olur?" dedi.

EFSUN dedim, "Büyücü mü olacak çocuk?" dedi.

YOSUN dedim, "Deli misin?" dedi.

DERİN dedim, "Mermerci."  diyerek cümlemi tamamladı.

DOĞA dedim, "Söylerken sanki şey gibi böyle, kımıl kımıl." dedi.

GÜNEŞ dedim, Yazlıkta komşumuzun kızının adıydı, ı ıh." dedi.

Emmeye gelmiyo, gömmeye gelmiyo, napıcam ben bu adamı, bilmiyorum.

Madalyonun öbür yüzünde onun sunduğu isimler de var. Örneğin ECE. Güzel isim, fakat içime sinmedi.

CEYLİN'i beğendi. Kuzenimin eski kocasının yeğeninin adı. Şimdi böyle deyince dıdısının dıdısı oluyor ama aslında değil, kuzenimin benim çocuğuma her baktığında eski eşi ile ilgili kötü anılarının aklına gelmesini istemiyorum ki her şeyden önce benim aklıma geliyor.

CEREN dedi, liseden en yakın arkadaşının çocuğunun adı Ceren ve aralarında 1 yaş falan olacak en fazla. Hatırlattıktan sonra açıklamam makul geldi.

EYLÜL olabilir diye konuşmuştuk daha önce. Yine benim iş yerinden oda arkadaşımın kızının adı Eylül, çok duyunca eskisi kadar çekici gelmemeye başladı bana.

DENİZ olsa dedik ama ailemizde 81725472357 tane Deniz var.

BESTE olabilir diye düşünüyoruz. Gerçi zihnisinir kocam onu da Arnavut Şevket ile ilişkilendirdi. (Bkz, youtube-> Arnavut Şevket ) Ama bizim için hala gündemde.


Yani işin açıkçası isim bulamıyoruz dostlar. Gerçi buluyoruz, birbirimize beğendiremiyoruz.

Çok da telaşlanmıyorum bu konuyla ilgili doğunca belki de bir ışık yanacak, "Eureka!" diyeceğiz. Ama yine de elimizde birkaç seçenek olsa fena olmaz.

Eşe dosta da haber saldık, aklınıza gelen bir isim olursa 0900'lü hatlardan bize ulaşabilirsiniz diye.

Kriterlerim:



*Anlamı neymiş ki bunun diye insanları sözlüklere koşturtmasın.
*Söylendiğinde anlaşılır olsun, fonetiği hoş olsun.
*Ne olduğu belli olsun. Yani benim mesela Pınar, anlamı ne diye kimse bana soru sormuyor, belli çünkü. Bunun gibi.
*Çok kısa ya da çok uzun olmasın. (Hayır, kızıma Su adı koyup da Pınar bayiliği almayacağım. Ayrıca bkz. Pınar ürünleri boykot)
*Tamlama olmasın. Hüseyinnur, Rüştüsu gibi isimleri tercih etmiyorum.
*Aslında iki isim istemiyorum. Ama sanırım ben hakkımı Anka'dan yana kullanacağım. Çünkü kocam tamamen reddetmedi. Ortak bulduğumuz isim çok içime sinmezse yapıştıracağım Anka'yı. Benim çocuğum, benim kararım tağam mıııı!
*Ayşe, Fatma, Hayriye, haydi çiftetelliye gibi aşşırı düz isimlerden istemiyorum. Ailemizde bu isimlerden de var, hani, alternatifleri düşünsek daha iyi olur.



*Çok marjinal olsun istemiyorum. Anka çok mu normal sanki demeyin, şuna bir göz gezdirin.
*Dini anlamı olan bir isim olsun istemiyorum.

Bahsettiğim kriterlere uygun isimlere talibim. Aklınıza gelen olursa önerileri seve seve kabul ederim.

İsim annesi olmak ister misiniz? :D

22 Haziran 2017 Perşembe

Çocuğunuz sizden çok kayınvalidenize benzerse


Gündem maddelerim nasıl ama? Millet bebesinin fotoğrafına bakınca mest olur "Imın dı yıvrım nı kıdır dı tıtlı". falan der, böyle sevgi seli falan oluşur.

Olm bir ultrason görüntüsü aldı doktor, "O neydı gız?!" diyerek mala bağladım.

Benden çıkan canlı kayınvalidemin kopyası olacak.

İkinci kez yapıyorum bunu ama, Kılışlar haklı anacıım:

"BÖYLE BİR ŞEY OLABİLİR Mİ?"



Doktor hatun görüntülere bakarken bi' bana baktı, bi' kocama baktı, "Babaya benziyor." dedi. Olm kız çocuğu babaya benzer mi diyeceğim ama benim kocam da kayınvalidemin "neredeyse" aynısı. Kadının kendinden bir tane doğurduğu yetmiyormuş gibi nasıl bir genetik kodlaması varsa bir tane de benim doğurmama vesile oluyor. Te ellaaam yearebbim yaaa! Çocuğuma soğudum yemin olsun. Ay sütüm gelmeyecek!

Ultrason görüntüleri ne kadar gerçeği yansıtıyor bilen beri gelsin de bana anlatıversin...

Kocamın ailesiyle ilk tanıştığımızda o kadar şaşırmıştım ki, kayınpederim de bir o kadar güzel bir adamdır, anam kadın bütün neyi var neyi yok hepsini kendinden aktarmış kocama. Accık adama da izin vereydin, çocuk dediğin karma olur, bana göre babasından aldığı mimik dahi yok.

Aman allahım!!! Tüpçü!!! :D

Kocam da güzel adamdır, sonuçta beğendik de aldık ama işin içine kayınvalide girince bakış açısı değişiyor. Kocam kayınvalideme çok benzediği için bebeğimin de bana benzemesini isityorum bana ne! Bizim genlerimiz daha güzel! Kız dediğin babaya mı benzer ya. Uf, umarım siluet hatasıdır, yanlış görmüşüzdür.


Gerçi doktor benzetme meselesini dudaklarımıza bakarak yaptı, "bebeğin dudağı ince, babanın da ince" dedi. Sonra bana dönüp "Aaa senin de inceymiş." dedi. Gerçi benim derdim hatunun beyanında değil, ultrason görüntüsünde.

Her bir şeye taktığım gibi buna da taktım e mi?
Travma yaşatma bana kızım, babana değil, en çok bana benzeyeceksin!!! Erol Büyükburç çıldırması yaşatma bana!





16 Haziran 2017 Cuma

24. hafta



Bu hafta resssmen anlatacak hiçbir şeyim olmadı. Hiçbir değişiklik olmadı. Haftaya doktor kontrolü var, herhalde o zamana malzememiz olur.
 Öptüm, kib, bye.

14 Haziran 2017 Çarşamba

Osuruk Böceği


İğrenç bir kadın olarak bunu da buraya bırakıyorum sayın blog alemi.

Tam altı aydır neredeyse doğru düzgün hazır gıda tüketmiyorum. Hazır gıdadan kastım şu; paketli kek, çikolata, bisküvi, instant kahve vb. şeyler. Hiç yemedim diyemem ama o kadar eser miktarda yedim ki vücudum depoladığı E bilmem kaçları herhalde çoktan arındırmıştır.

Bağırsak bombaları, temsili değil. 

Derken dün işyerinde gözüm döndü. Meyvelerim bitmişti, kuruyemişim kalmamıştı, çalıştığım yere dışarıdan yiyecek sokmakla ilgili sıkıntılarım vardı, kantinde doğru düzgün yiyebileceğim bir şey yoktu. Ve ben hunharca çikolatalı ne varsa hepsine abandım. O kadar saçma bir şekilde yedim ki gözüm döndü, kontrolümü kaybettim.

Bugün yediğin hurmalar yarın götünü tırmalar hesabı günün ilerleyen saatlerinde sindirim sistemimle ilgili bir takım tuhaflıklar olduğunu fark ettim. Her şey adım adım geldi. Gebelik boyunca normalde yaşadığım bir hastalığı çok daha ağır geçirdiğimi görüyorum. Gripsem en gribi, ağrı yaşıyorsam dibine kadar, ishalsen vuhuuuuuuu...

Önce midem yanmaya başladı. Olabilir diye düşündüm, ağır geldi, yemek de iyi değildi falan filan. Sonra ağrı oluşmaya başladı. Bağırsaklarım ve çocuk içeride halay çekmeye başladılar.

---
Burada araya girerek gebelik döneminde pek çok sindirim sorunu olabileceğini söylemek istiyorum. Bu bilmediğimiz bir şey değil. Bende her şeyde olduğu gibi ters etki ile vuku buldu. İnsanların kullandığı demir ilaçları olsun, gebelik rahatsızlıkları olsun sindirim sistemini yavaşlatıp tuvalete çıkmalarını engelleyen, hemoroide varan sorunlar yaratıyor ya... Hah işte, benim hayatım boyunca hiçbir zaman tuvalet sorunum olmadığı gibi şu anda da tuvalete gitme sıklığımı arttırmış durumda gebelik.

Ve bir de gaz sorunu var tabii. Yaşamadım diyen varsa parmak kaldırsın. Olmadık yerde kızarıp bozarmak, terlemek, elllaaaaam yine mi diye içten içe çığlıklar atmak falan çok fena. Geçenlerde misafirimiz gelmişti, eminim "Bu kadın neden bu kadar çok tuvalete gidiyor." diye düşünmüştür. Hele ki sessiz kalabalıklar çok tehlikeli.

Evde gaz çıkarma konusunda bir mutabakatımız var, birbirimize saygımızı kaybetmeyelim diye bu meseleye dikkat ediyoruz. Ama biraz daha karnım büyüdüğünde bu anlaşmayı ben bozacağım gibi duruyor. Sonra da tut tutabilene, hadi bakalım.

---

İş çıkışı bu hafta her gün direksiyon dersim vardı. İlk defa anayola çıktık, daha önce çalışmadığımız birkaç şeyi daha çalıştırdı. Bu durum beni iyice sıkıntıya soktu. Midem zaten kaynıyor, kurs hocası zibilyon tane şey anlatıyor ve sıcak... Deli, basık bir sıcak var. Kurs süresince dayandım. Eve dönerken minibüs durağına gidesiye dek öldüm öldüm dirildim. Ağrı, baskı, sıkışma, doğuruyorum herhalde ben dedim. Hatta acaba bu kasılmalar ne kasılması diye düşünmedim değil. Olur ya, çok erken de olsa bu haftalarda bile doğum yapan insanlar var.

Minibüsten indim eve doğru yürümem gereken bir 600 mt. kadar mesafe var. Nasıl yürüyeceğim diye kara kara düşünüyorum. Bu arada terslik olacak ya, yanımda telefonum yok, kimseyi arayamıyorum gel beni al diye. Serinleyeyim diye yol üstünde bir market vardı, oraya girdim, bir tur attım. Başım dönmeye başladı, tut kendini kadın diye telkin etmeye çalıştım kendimi.

Çıktım, son bir gayret, eve az kaldı, az kaldı diyerek son köşeden döndüm. Apartman kapısını nasıl açtım, asansöre ne ara bindim, kocam kapıyı nasıl açtı, sonrası yok. O saatten sonra tuvalet en yakın dostumdu. Kendisi ile uzun bir sevişme yaşadık dün akşam.



Dedim ya, gebelik döneminde her şey birkaç kat daha yoğun yaşanıyor. Gazıma sahip çıkma konusunda da birkaç kat yoğun zorluk yaşıyorum ben artık. Tam bir osuruk böceği oldum, yanıma yaklaşanı fena yakıyorum.

Kapat gözlerini, bak yeşil yeşil.. ♪


Velhasıl, öldüm demedikçe bir daha hazır gıda ağzıma sokmam. Çikolatalarınız sizin olsun, ben yine kendimi eriğe çileğe, kiraza gömüyorum.

Benim sadık yarim. 


Bu da böyle boktan bir anımdı.
Saygılar.



13 Haziran 2017 Salı

Bazı anlaşmazlıklar


Bu sabah da her zamanki rutinimizde uyandık. Kedi yatağın kenarını tırmalamaya başladığında saat 05.30 sularındaydı. Bunu son zamanlarda fazlasıyla huy edindi, bu davranışı nasıl söndürebilim, bilemiyorum.

Bir saat daha uyuma hakkım vardı, alarm 06.15'de çalacaktı. Uykulu hissetmemekle beraber fazla uykuya neden hayır densin? Hele ki yaz aylarının sabah serinliğinde uyumak ne tatlı.

Alarm çaldığında daha önceki uyanışımdan farklı olarak sersemlemiştim. Bu hep böyle olur bende, uyanıp yeniden uyuduğumda uzun süre kendime gelemem, yetmez o kısa uyku bana. Keşke uyumasaymışım diyerek yataktan kalktım.

Artık kendi görevim olarak benimsediğim üst kattaki üç büyük akvaryumu, bir su kaplumbağasını, iki kafes içinde bulunan dört kuşu ve beş yumurtasını beslemeye ve kontrol etmeye çıktım. Kuşların çoğalmasını ben istemedim. İki tane mecburen bakım vermek durumunda kaldığımız kuşumuz vardı, işyerinden kurtarmıştım, uçamasınlar diye kanatlarını keseceklerdi, dayanamadım eve aldım. Kuş bakmak bence en zoru, kokuyorlar, tüyleri uçuşuyor, aşılanmıyor, ve her yere sıçıyorlar. Uçmaları için saldığımızda avizeler, duvarlar perdeler bok içinde kalıyor. Çok tatlılar fakat bakımı gerçekten külfetli.

Diğer iki kuş kocamın "Çoğaltacam da çoğaltacam." sevdası ile bize geldi. Evet yumurtladılar, sanırım önümüzdeki hafta yumurtalardan yeni muhabbet kuşları çıkacak. 5 te 3 tuttursalar evde yedi artı iki de kocamın anasının kuşlarıyla birlikte dokuz muhabbet kuşu olacak. Kim ilgileniyor bu kuşların bokuyla ve yemiyle. Bravo! Ben! Aylardır kafesini temizleyecek diye bekledim, özellikle ellemedim, umrunda olmadı adamın, yine paşa paşa ben temizledim.

Neyse, günlük rutinimi ve keyfimi bozan bir şey değildi bu. Çünkü ne demiştim? Artık bunu görev bildim.

Sonra balıklara yem verdim. Bu da çok zahmetli bir iş değil. Kuşlarla aynı odada duruyorlar. Ama kocam üst kata çıkmaya üşeniyor. Eeeeveet, ben hamileyim, eeveeeet vücudum daha ağır, eeeveeeet balıklar tamamen onun. Ama bazen yem vermeye üşeniyor. Peki sen vermezsen kim besleyecek o hayvanları. Kendi kendilerine yeme ulaşamayacaklarına göre. Devreye vicdanım giriyor, bu görevi de üstleniyorum.

Odadan çıkarken- tam odanın çıkışında kapının dışında kedinin tuvaleti var- köşede bir baktım bir poşet içinde kedi boku duruyor. Bir gün önce temizlemişti. Hamilelikten ötürü ben ellemiyorum kedi kumunu, onu da her seferinde söylemem gerekiyor, gün aşırı temizle diyorum, ben komutla çalışıyorum diyor. -Bu noktada kafamdan küfürler savruluyor ama yazmıyorum, yazmayacağım.- Kumu temizlemiş ve poşeti orada bırakmış. Bir gün önce fark etmemiştim ama gereksiz bir koku vardı. Poşetten geliyormuş demek ki.

Olsun deyip poşeti alıp aşağı kocamı uyandırmaya indim. Çünkü paşam saat yediden önce uyandırılmak istemiyor. -Bu noktada kafamdan anasına sevgilerimi yolluyorum, hayır, bunu da yazmayacağım.-

Uyanıp, kendime gelip, makyaj yapıp, kedinin yemini verip -yemini ve suyunu da ben değiştiriyorum.-, kuşların yem kaplarını temizleyip, balıkları ve kaplumbağayı besleyip, giyindikten sonra öğle arasında artık anasına gidemediği için saçma sapan bir şeyler yemesin diye akşamdan hazırladığım yemekleri saklama kaplarına koydum ki işe götürebilsin diye, yaklaşık 45 dakikaya tekabül ediyor bu, saat yedi gibi kocamı uyandırmaya gittim.

Duygudurumum pozitifti. Uyandırdım kendisini, bi' sarıldık, öpüştük. Sonra ben mutfağa kahvaltı hazırlamaya gittim. O ise gerindi, uyanmaya çalıştı, telefonunu kurcaladı, "Hadi, kalk artık." diye seslendikten sonra bir geldi, beni öptü, sonra kedi ile oynamaya başladı. Buna tamamım, çünkü kediciğin oyuna ihtiyacı var, ben eskisi gibi koşup yuvarlanamıyorum, sabahtan birazcık oyun fena olmaz diye düşünüyorum. Kaldı ki sesleri güzel geliyor, mutlu oluyorum.

Kahvaltıyı hazırladım, kocamı çağırdım. Bir türlü gelemedi. Seslen, seslen, seslen... Oyun iyi güzel ama bizim de yetişmemiz gereken bir işimiz var. Neyse geldi, kahvaltı yaptık. Hala keyfimiz yerinde, bir sorun yok. Sonra kalktık, oyun oynamaya devam etti. Haftasonundan ütü yapmadığım için ütülü gömleği yoktu ve onu ütülemeye başladım.

Hazırlanmaya başlamıştır diye umut ediyordum, ama don atlet görünce hafiften bi' kaşım kalktı. Mesainin başlamasına 10 dakika vardı, ve hala hazırlanma namına bir şey yapmamıştı, ve yapmaya da niyeti yok gibi görünüyordu, çünkü ben ona kızmaya başlarken yatağa yüzükoyun kendini atmış bir şekilde balina gibi duruyordu.

O esnada dişlerimi fırçalamaya gittim. Giderken "Hadi." dedim, "Hadi artık, kendimi çocuk bakar gibi hissediyorum, hadi demekten yoruldum."

Bir anda bakışları değişti. Bu söylemim kocanın bir ağırına gitsin, bir bozulsun, ergen davranışları yetmezmiş gibi ergen dili ile konuşmaya başladı. Ve öfke dolu bir ifadeyle tam olarak şunu dedi: "O kadar iyilik yapıyoruz hale bak, ben senin komutlarını yapmak zorunda değilim, geç kalıyorsan servisle git."

Hiçbir şey söylemedim. Dişlerimi fırçaladım, hala üzerimde duran mutfak önlüğünü çıkardım, çantamı topladım, merdivenin başına oturdum ve kendisini beklemeye başladım.

Hazırlandı geldi, kapıyı açtı, ayakkabılarımızı giyip dışarı çıktık. Asansöre bindim, kapıyı kilitledi, bir adım attı, sonra bir şey unutmuş olduğunu fark etti - büyük ihtimalle arabanın anahtarı çünkü eve gelir gelmez sabit bir yere koymak yerine bir yere fırlatıyor ve her sabah nerede bu anahtar diyerek evde anahtar arıyoruz- ki geri döndü, içeri girdi. Aradığı şeyi aldıktan sonra çıktı ve biz yine evden çıktığımızda mesai çoktan başlamıştı.

Kalbim kırıldı. Tek kelime edesim yoktu. Kızgınlık değil de kırgınlık hissettiğim zamanlarda sanki bir bulut üstündeymişim, gerçeklik algımı yitirmişim gibi bir hal alıyorum. O an beni evire çevire dövseler acı hissetmem gibi geliyor, o kadar kopuyorum. Söylediği şey aklıma geldikçe daha çok acıttı, gözlük vardı gözümde, ağlama dedim kendime ağlama, tut, dudaklarımı ısırdım, olmadı. Kontrolsüzce yaşlar akmaya başladı gözümden, bu ara zaten fena, kontrol etmek gerçekten çok zor. Çok ağlamadım hamilelik döneminde, ama eskiden dokunan şeyler şimdi daha da dokunur oldu. Bu sabahki yaşadığımız da benzer bir şeydi aslında.

"O kadar iyilik yapıyoruz." dedi. Beni işe bırakmak onun gözünde bana yaptığı bir iyilik yani. merhamet etmem gerekiyor sanırım. Ki ehliyet almak için çalışıyorum şu an. Bir ay sonra sınavım var. Arabayı bana vermenin planlarını yapıyor, araba kullanmayı sevmiyormuş çünkü. Peki.

Yemek yaparken onun damağına göre hazırlık yapmam, donunu yıkamam, çamaşırlarını ütülemem, alışverişini yapmam, meyvesini soyup vermem, öğle yemeğini hazırlamak için gece on buçuğa kadar ayakta kalmam... Bunların hiçbiri iyilik değil. Bunları yaparken ebeveyniymiş gibi davranmamı kabul ederken diğer tarafta bir uyarı alınca evin erkeği kesilmesi ne komik.

Yapmak zorunda değilim. Hiçbirini. Biliyorum. Ama sorumluluk alıyorum. Evlendiğinde insanlar sorumluluk almalıdır, çünkü sadece sevişmek için birlikte olunmuyor, yaşamı devam ettirmek için daha pek çok şey var yapılması gereken. Biz de bazılarını beraber yapıyoruz, bazılarını ben tek başıma yapıyorum. Sorun; tek başıma yaptıklarımın onun tek başına yaptığı şeylere göre çok daha fazla olması. İşin zihinsel yorgunluğunun farkında değil, çünkü beraber yaptığımız işlerde bile -temizlik yapmak, çamaşır asmak, makine boşaltmak vb.- ona eyleme başlaması için gerekli ateşleyiciyi ben veriyorum. Kedinin kakasını ben demeden temizle işte, Çamaşırları makineye ben demeden atıver, ya da sor, yıkanacak mı bunlar diye, evin süpürülmeye ihtiyacı varsa beni bekleme, süpür, çöpü ben demeden kapının önüne koy, ekmek alınması gerekiyor mu kontrol et.

Çok mu şey istiyorum, bilmiyorum.

Yardım talep etmeye değil, sorumluluk almaya, iş almaya meğilli biriyim. Bunun farkındayım. Ama her ne kadar evlenmeden önce kocamın ailesi tarafından yetiştiriliş şeklini bilsem, onun buna rağmen esnemeye çalıştığını bilsem, elinden geleni gerçekten yapmaya çalıştığını bilsem de bazen yetmiyor. Daha fazlasını istiyorum. Hakkım var mı yok mu emin değilim. Değerli gördüğüm insanlarla çatışmaktan hiç hoşlanmam, kavga etmeyi beceremem, çoğunlukla hakkını aramayı da. Uyumlu olmayı tercih ederim. Fazla uyum gösterip karşıdaki rahata alıştıktan sonra carlayınca da böyle ağzımın payını alıyorum işte.

Arabadan inerken beni durdurup "Bak bakayım bana." dedi. Gözlüğümü kaldırıp ağlamış mıyım diye kontrol etti. "Görüşürüz." dedim sadece.

Üzüldüğünü biliyorum. Ama ben de üzgünüm. Değilmiş gibi davranamayacağım.




9 Haziran 2017 Cuma

23. Hafta


Ar yu kola?


Her hafta olduğu gibi bu hafta da özellikle değişti diyebileceğim keskin belirtiler yaşamadım.

Çocuğun hareketleri iyice çoğaldı, bazen "La bi' dur iki dakka!" diye atarlanıyorum kendisine. Anayım ben, hakkımdır!

Ağrılarım vardı, o bir nebze daha hafifledi. Sabah mızmızlanmıyorum en azından, alıştım mı, yoksa bitti mi, bilmem.

Gebelik takibi denen bir cep telefonu programı yüklemiştim, sürekli "Cınım innicim vi bıbıcım." diye bana mesaj gönderiyor. Sanırım kendisi ile yollarımızı ayırma vaktimiz gelmiş. Çocig daha konuşamıyor, armut kadar şeyi dillendirince neden sevimli olduğunu zannediyorsunuz?

Durup durup göbeğimi kaşıyorum. Mangalcı dayılar gibi oldum. Bazen farkında bile olmuyorum, balkona çıkarken üstüme giydiğim şeyi göğsüme kadar sıyırmış göbeğimi hart hart kaşırken buluyorum kendimi. Benim canım muhafazakar komşularım da manzaraya doyuyorlar.

Uzandığım yerden yuvarlanarak kalkmak zorunda kalıyorum. Belim kıvrılmıyor.

Kediyle koşmaca oynayamıyoruz, nefesim hemen kesiliyor.

Uzun süre ayakta kaldığımda, özellikle haftasonu, topuklarım ağlıyor. Ağrımıyor, bildiğin ağlıyor. Sanırım az para bayılıp Skechers'ın terliklerinden alacağım. Böylece kayınvalidemin saçma Ceyo takıntısı ile yarışabilirim.



-- Bu arada evet, işte daha az yoruluyorum. Haftasonu eşşek sudan gelinceye dek ev beni dövüyor.--

Zaman ilerledikçe duygusal olarak kendimde şöyle bir değişim gözlemledim. Hamilelikten cesaret alıyorum sanırım, özellikle işte daha çok hır çıkartan -hakkını arama ve rahatsız olduğu şeyleri dile getirme noktasında- daha çok "Öeeef" diyebilen biri oldum. İyi geliyor, çünkü savaşma konusunda çok pasif biriyim normalde.

Perinatologa gitmedim. Onun yerine üniversite hastanesinde çalışan bir arkadaşımızın yönlendirmesiyle çocuk kalp damar cerrahisinden fetal ultrason çektirdik. Tam olarak böyle bir şey olduğunu bilmiyorduk ama kısmen de olsa doktorun istediği bir şeyler elde ettik. Sadece kalp, ciğer, böbrek vs. dahiliyeyi ilgilendiren organlara bakıyorlarmış. Bir sorun olmadığını bir defa daha teyit aldık. Bir sonraki kontrole gittiğimizde umarım fırça yemem diye düşünüyorum. Yaşadığım ilde bir tane perinatolog var, o da kırıklık açısından çok mimlenmiş. Kime sorduysak iyi bir şey duymadık. Bir de hastane ile adam arasında bir anlaşma varmış sanırım, o da biraz geri çekti bizi. Vazgeçtik yani. Pişman olacağımız bir şey yaşamayız umarım, "Çünkü çocuğun rızkından mı kesiyoz lan" diye bir Yaşar Usta triplerine girdik birkaç gün. Neyse, oldu bitti bir kere.

Galiba bu kadar. Başka bir diyeceği olmadığını bildirdi.

Sezaryenle doğurup kendine anne diyebilen kadın





Yaaa, bir de böyle şeyler var değil mi?

Ekşi sözlükte bugün gezerken debelerden birinin başlığıydı bu. Ulan dedim, bi bu kaldıydı tartışılmadık, bebek nereden çıkarsa kim nasıl anne olurdu, nasıl önemli ve tartışılası bir meseleydi, aman allahım!

yazıları okurken dehşetli ifadeler de gördüm; kızanlar, sezaryeni övenler, vajinal doğumu övenler bir tarafta, bir de incelikli ifadeler vardı. Mesela;

"Doğurmadığım kedilerin annesiyim."
"Bebeği karnımda taşımadım ama anneyim." gibi gibi.

Bazı cahil, hırstan gözünü bok bürümüş, dünyada tek doğru olduğunu ve sadece kendinde olduğunu sanan tipler var. Ve bunların ağzı ananemin deyimi ile "laylon" poşet değil. Ve bunlardan bu topraklarda çok var.
---

Yazıyı bügün görmemin tesadüfü çok şaşırtıcı geldi bana. Gece bir rüya gördüm. Rüyada okuduğum üniversitenin sınıflarından birindeydim. Sınıfın köşesinde cam kenarına doğru bir sedye vardı, sınıfta öğrenciler vardı, oldukça kalabalıktı. Üzerimde önlük vardı, hasta önlüğü. Ayaklarımda beyaz pamuklu çoraplar ve çirkin Ceyo terlikleri. Doğurmak için ordaydım. Gerçek bir korku duygusu yaşadığımı hissettim. Acı yoktu mesela, sadece korku. Başıma ne gelecek korkusu. Aklımdan "Geri dönüşü olsun, ne olur, bir yolu olsun." düşünceleri geçti. Doktorum geldi, gülümseyerek bana cesaret verecek bir şeyler söyledi. Genelde muayeneye gittiğimizde bir bezginlik, bıkkınlık ifadesi olur yüzünde -genelde son randevu benim olur- Rüyamda fazla iyimserdi. Bana iyi geldiğini hissettim. Doğum prosedürünü başlatmak istedi. Ben beklemek istedim. Bana biraz zaman tanıdı. Bir şey hissetmediğimi, daha doğumun başlamamış olabileceğini söyledim. Kasılmaların olduğunu ama benim fark etmediğimi söyledi. Muayene etmek istedi. O sırada sınıf boşalmıştı. Muayene etmeye başladı. "Epizyosuz olmaz mı diye sordum. Çünkü elinde falçataya benzer bir şey tutuyordu. "Olmaz bebeğim". dercesine gülümsedi. Israr mı etsem yoksa boyun mu eğsem arasında bocaladığımı anımsıyorum son olarak. Ve rüyanın gerisi yok.

Daha devamını gerçek anlamda düşünmeye başlamadım çünkü. Belki de ondan yazamadım. Ya da bilinçdışım devreye girdi, kabustan döndüm, bilmiyorum. :)

Doğurmak meselesi benim için artık gündeme gelmeye başlayan bir şey.
Doğurmaktan da, bebekle yaşamaktan da korkuyorum.

Yine geçen gün tuvaletteyken "Bunlar iyi günlerin." dedim kendi kendime. Bebekten sonra restroom fastroom falan olacak. Ben kendim olmaktan çok anne olacağım, hazır değilim. hala hala hala hazır değilim.

Bir sorun yaşamazsam doğumun kendiliğinden başlamasını hastaneye gittikten sonra doktorun yönlendirmesi ile birlikte vajinal ya da sezaryen hangisi olacaksa öyle doğurmak istiyorum. Kendi adıma bu konuda plan yapmak mızıkçılık gibi geliyor bana. Doktorların söylediği "38+3'te bebeği alalım." kulağımda güzel bir cümle olarak yankılanmıyor. "Karpuz mu alıyorsun, hayırdır kardeş?" diyesim geliyor. Umarım benim doktor demez. Güvenemiyorum, b.k da çıkabilir çünkü.

Vajinal doğumdan süreç içinde, sezaryenden ise sonrasında ne bok yerim diye korkuyorum. Vajinal doğumda kesik, yırtık olması beni korkutuyor. Ikınırken kaka yapmak çok rezil bir şey, bilmiyorum bundan bahseden kaç kadın var. Ya da takan. Amaaaan, koy götüne falan mı deniyor bir saatten sonra, bilmiyorum ki. Sezaryende doğumdan sonra birilerine muhtaç kalacak olmak beni deli ediyor. Bkz başta annem ve kayınvalidem. Ulan ben ikisini de yanımda istemiyorum resmen, nasıl bir anneliği reddediştir bu! Bir de şimdiye dek bademcik dışında bir ameliyat olmadım. Onda da el kadar bebeydim, pek bir şey anımsamıyorum. Spinal anestezi olsun, damar yolu açılması olsun beni öl-dü-rü-yor!

Hayalimdeki doğum şu: Hastaneye doğuma çok yakın bir zamanda gidip, açılmanın falan tam olduğu, doğuma sıfır noktasında olup hiç damar yolu, epidural, nst ile uğraşmadan cart diye hatta daha da iyimser düşünelim doğumhaneye bile girmeden odada doğurup bu işi bitirmek. İstediğim şey bu, karşılaşacağım şey ise bu iyimser tablonun yanından bile geçmeyecek. Eminim yani. Üzülmüyorum, gerçeklerin bu olduğunu biliyorum.

Bunun için eğitim gerekir mi yoksa olay sadece bünyede mi bitiyor, merak ediyorum.
Bir yandan hamilelik rahatsız etmeye başladı,sıkıldım hiç de keyif almadım, bitsin derken öte yandan bundan altı ay önceki halimi düşünüp hala özgür olabilirdim diye hayıflanıyorum.

Özetle emmeye de gelmiyorum, gömmeye de gelmiyorum.

Image result for cesarean vs vaginal birth
---
Buradan hareketle yukarıdaki konu hakkında ekşi sözlük yazarı olamdığım için fena içimde kaldı ondan buraya yazmak istiyorum.

Bana ne olm! Kim nasıl bebekliyorsa yöntemi, şekli, pozisyonundan bana ne. Benim seçtiğim yoldan ise sana ne! İsteyen önceden gününü belirler, isteyen son tarihi geçer, isteyen süsler püsler kendini doğuma fön çektirerek gider, isteyen saçı başı dağıtır, kirpiğindeki rimel akar, herkes kendi tercihini ve riskini kendisi alır, bedelini kendi öder.


Kaldı ki anne olmak doğurmakla kalsaydı...
Ne kadar dayaklık adam var şu memlekette ya. Boklular.

2 Haziran 2017 Cuma

22. Hafta




Götüm göbeğim büyüdü artık. Aslında sadece karnımın büyüdüğünü zannediyordum. Annemin yüksek bel bir pantolonu vardı, hamile olduğumda giyerim diye saklıyordum. Bu sabah giymeye niyetlendim. Ama artık çok geçmiş. Düğme ile ilik arasında bir karış mesafe vardı, sanırım bir süre daha giyemeyeceğim o pantolonu.

Bir de inat ediyorum, pantolon almayacağım diye. Elbise giyiyorum, ve çok daha rahat. Sadece çorap işi sıkıntı, hava yeterince ısınmadı, dolayısıyla çorapsız çıkamıyorum. Zaten hastalık sonrası kırk kat giyinip öyle çıkıyorum dısarı. Aman lazım olur, aman ya üşürsem diye. Bir tane hamile pantolonu aldım. Rahat olmasına rahat ama bir süre sonra üstteki penye kısmı genişlemeye başladı ve üstümde durmamaya başladı. Sürekli çekiştirmekten gına geldi, düşük bel pantolonmuş gibi.

Bu haftanın olayı "AÇIM." Yemek yiyorum, yarım saat sonra midem kazınmaya başlıyor. Et ürünleri dışında her şeye varım. Özellikle meyve. Kilolarca meyve yiyebilecekmişim gibi geliyor, nasıl kontrolsüz hissediyorum kendimi, anlatamam. Et için hamilelikten önce de sorunum vardı, bir süredir vejetaryen beslenme ile kafayı bozmuş durumdaydım. Fakat bu yola girince vejetaryen olmanın yetmeyeceğini vegan olmadıktan sonra gönlümün rahat etmeyeceğini fark ettim. Ama süt ürünlerinden vazgeçmek benim için imkansız gibi bir şey. Her şeyi geçtim peynirsiz nasıl yapacağımı bilmiyorum. Bu nedenle boş hevese kapılmadan kapattım bu et yememe konusunu. Fakat motivasyonum devam ediyor olmalı ki canım istemiyor, çoğunlukla zorla yiyorum.

Enerjim yerinde ama eğilip kalkmak, kediyi evde koşturmak biraz zor geliyor. Yavrucum gözümün içine bakıyor "Hadi, koşmalı saklanmacalı oyunlar" diye, bense iki saklandıktan sonra yorulup havlu atıyorum. Artık top daha çok kocamda.

Sıkıldım ama ya. Ağırlaştıkça da sıkılıyorum. Hamilelik hala romantik bir şey değil, daha da göbekleneceğim için hantal, ağır, zor hareket eden bir hale bürünmek beni rahatsız ediyor.

Hala perinatologa gitmedik. Randevu işini ikimiz de birbirimize paslıyoruz, bakalım atlamadan gidersek iyi olacak.

Azcık kestirmem lazım sanırım. Ha bir de, gündüz uykusu seanslarım başladı.

İşte bunlar hep gebelik.


1 Haziran 2017 Perşembe

Kitap: Beni Ödülle Cezalandırma





Çocuk doğurmakmış, emzirmekmiş, lohusalıkmış, bunları jet hızıyla geçip çocuğun okul dönemine hızlıca geçiş yapıyoruz. Çünkü daha eğlenceli. Diğer bahsettiğim zamanlar gözümün önünde kara bulut, gri gökyüzü, güneşsiz bir yaz. Temel sebebi uykusuzluk.

Konuyu dağıtıyorum, başka zaman yakınmalarıma devam edeceğim.

Şaka bir yana zaten meslekle ilgili bir konu olunca bunu bu zaman okuyayım deme lüksüm çok olmuyor. Gebe kalmadan önce gebelik ve psikodrama konulu tez çalışması hazırlıyordum. Grup sürecine devam edemeyeceğim için şimdilik askıda kaldı. Fakat o dönemde okuduğum çokça akademik yayın var. Ha evet, hiçbiri bana doğum anında ne yapacağımı anlatmıyor fakat akademik kaynak okumayı daha yararlı görüyorum. Bu tamamen benim duygusuz domuz biri gibi takılıyor olmamla alakalı.

Geçtiğimiz ay çocuk görüşmelerim vardı, motivasyonum çocuklar üzerineydi ve oradan buradan derken bu kitap gözüme takıldı. Benim için yeni şeyler söylemiyor, temel gelişim kuramı prensipleri doğrultusunda Özgür Bolat'ın anlatmak istediği şeye fikren vakıfım zaten. Aslında pek çok ebeveyn de aynı şekilde. Kitabın vadettiği "Bildikleriniz değişecek." söylemi sanırım çocukla eski dönem ilişki kurma metodlarını yürüten ebeveynler için geçerli olabilir, o kadar iddialı olduğunu düşünmüyorum.

Özünde kitap ebeveyne ve eğiticilere şunu anlatmayı hedefliyor; ödül herkes için bir dış motivasyon kaynağıdır, eğer ki kişide iç motivasyon oluşmazsa yapılan işin kalitesi olmaz, severek yapmaz, dolayısıyla kişi yaptığı şeyde başarılı olamaz. Ödül olarak kullanılan şey çoğu kez asıl yapılması beklenen şeyle ilişkisizdir dolayısı ile bu ilişkisizlik hali kişinin asıl göreve karşı ilgisini daha çok yitirmesine sebep olur.

Dolayısıyla çocuklara ödül ile bir şey yaptırmak yerine onun kendisinin o şeyi yapmak istemesini teşvik etmek gereklidir diyor.

 Nasıl olacak bu, sorusunun cevabını da doğru ilişki kurarak, çocuğun duygularını anlamaya çalışarak, çocuğun ihtiyacını gözeterek, demokratik bir tutum takınarak yapmak gerekir diyor.

Yine de yapmıyorsa o zaman ödül veya ceza vermek yerine, özetle çocuk davranışının sorumluluğunu almalıdır deniyor.

Dikkat etmek gereken bir diğer başlık da model alma kavramı. Bunu önemsiyorum çünkü çocukların birer kopyacı oldukları özellikle gördüklerini yaptıkları su götürmez bir gerçek. Baba dişlerini fırçalamıyorsa çocuğa dişlerini fırçala diye dikte etmenin ne mantığı var? Veya ailede ebeveynlerden biri sigara içiyorsa ve ergenlik döneminde çocuklarının sigara içtiği anlaşıldıysa söz söylemeye hakları var mı? "E sen ne ayaksın? " demez mi o cocuk. (Ağzına terlik yer o ayrı, bkz. tanıdığım birisi.) Yani Özgür Bey diyor ki, kendi yaptığınız veya yapmadığınız şeyleri çocuğunuza yükleyerek ondan olumlu davranış beklemeyin, çünkü siz de olumlu davranış gösteren biri olarak ona model olmuyorsunuz.

Kendi ebeveynlerimde görüyordum bunu. Annem model olmanın etki ettiğinin farkındaydı. Beni ve kardeşimi teşvik etmek için kendi de harekete geçerdi, sırf söylemekle yetinmezdi. Ve bu bizde yer etti, söylemese bile bize öğretti. Babamın özel bir çabası yoktu, o genelde söyler ve yapmazdı. Ve biz onun tutarsızlığını fazlasıyla kullanırdık.

Şimdi benzer aile örüntüsünü bilin bakalım kimde görüyorum? Kocama göre ben daha tutarlı bir insanım, rutinlerim var, daha keskin yaşam hatlarım var. Olmaz olan çoğunlukla olmaz benim hayatımda. O daha esnek, kendi istediği şeyin yapılmasına alışmış, dolayısıyla keyfine düşkün, dolayısıyla bu beni korkutuyor. İki kişilik hayatımızda çok önem vermiyorum bu duruma, onu böyle kabul ettim. Fakat çocukla birlikte nasıl ortak kural koyacağız, buna nasıl uyacağız, beni düşündürüyor.

Her zaman gelecek planları hakkında bu bağlayıcı cümleyi kuruyorum biliyorum;
O zaman gelmeden bilemeyeceğiz, değil mi?

Kitabın ebeveynden ziyade öğretmenlere daha çok hitap ettiğini düşünüyorum. Çünkü örnekler genellikle eğitim hayatından verilmiş. Öğretmenler eğitici kimliklerine iyileştirme yapmazlarsa ebeveyn ne kadar çabalarsa çabalasın çocuk o yarışa gireceği için yine kalp kırıklıkları olacak, yine çocuklar ve aileler üzülecek. Bence anne babadan çok öğretmenler okusun, ve birazcık esnetsinler kendilerini. Mutlu ve başarılı insan yaratmak için sadece anne baba değil öğretmenin de emek harcaması gerekiyor. Ne öğretmenler var ki tenekeden farksız, vizyonsuz, mecburen devlet memuru ve mecburen iş yapıyor.

 Kitapla ilgili en temel dileğim bu.